31 Aralık 2009 Perşembe

Mutlu Yıllar DAÜ !

Seneler sonra tekrar kendi evimde, ailemle yılbaşına giriyorum.

Kıbrıs'taki yılbaşı kutlamaları da anlatmaya değer ;)

27 Kasım 2009 Cuma

Uçak Bileti Oyunu

Kıbrıs’a ilk kez gelecek olan öğrencinin var olduğu bu iki kişilik oyunda, diğer taraf birbirinden merdane havayollarından oluşuyor. İlk gelişte genelde ebeveynler de bilet aldıkları için ekip, acemi tavırlar sergileyerek gayet iddialı bir fiyata kazıklanır. Peki, bu yenilgiyi en aza indirmek için neler yapabiliriz?
Aklı başında öğrencinin zaten akademik takvimi vardır. Bu takvimi eylül ayında gelir gelmez isteyin. Takvimde bir sonraki eylül ayına kadarki tatiller, sınav tarihleri, dini ve milli bayramlar belirtiliyor.
Aklını ve cebini iyi kullanarak eylül ayında, hemen sömestr tatili biletini ayırt. 2.dönemin başlangıç tarihi değişmeyeceğine ve birkaç gün devamsızlık yapabilme lüksün olduğuna göre önce dönüş biletini almalısın! Bu kısıtlı tarihlere herkes hücum edeceği için bilet bulamama veya kazık fiyata uçma ihtimalin daha yüksek. Gidiş tarihi sana kalmış; akademik takvimde belirtilen ortak sınavların bitiş gününün akşamı veya ertesi günü bilet alabilirsin. Burada tek dezavantaj, senin sınavlarının akademik takvimde belirtilen ortak sınavların bitiş tarihinden önce bitmesi. Eğer 4-5 gün yurtta kalmaktan sıkılmazsan bir sorun yok.
Bir de cambazlar var. Bu cambazlar, kendi sınavlarının bittiği gün gitmek isterler. Daldan dala atlarcasına, dakika başı bilet tarihi telefonla ertelenir veya iptal edilir. Para pek önemli değildir, hasret nirvanadadır. Yaka silkmeye müsaittirler. İstedikleri fiyata, istedikleri saatte bilet bulurlarsa keyiflerine diyecek yoktur.
Sömestr tatilinden sonra yaz tatilin için, temmuz ayından itibaren de eylül ayı için bilet bakmaya başlamalısın. ;)
Son olarak havayollarından bahsedelim. Kimisi fiyattan tutturuyor, kimi deneyimden… Tercih size kalmış. Bunların da eksileri var; kimi ikramı ekstra ücrete tabi tutuyor, kimi alınan biletin tarihini değiştirmiyor (biletin elinde patlar), kimi minibüs gibi alçak tavanlı ve/veya külüstür uçaklar kullanıyor.
Bir de dipnot: Sen farkında olmayabilirsin ancak sömestr tatilinde maddi imkansızlıklardan dolayı evlerine gidemeyen arkadaşların da var. Yani şükretmeyi bilmeliyiz :)

Tüm arkadaşlara bol şans!

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Bellapais Manastırı

Altında arabası olan herkesin görmesi gereken bir yerden bahsedeceğim bu yazıda. Hoş, arabası olmayanlar da gidebiliyor; mesela ben, yürüyerek, yaklaşık bir saatte. Çıkarken de inerken de 1 saat sürdü diyebilirim. Üstelik ben mayıs ayında gitmiştim ve hava çok sıcaktı.
Adresi verelim: Girne’ye giderken ilk değil, ikinci Lemar’ın hemen solundan yukarı doğru ilerliyorsunuz. Gerisi basit, zira tabelalar size yardımcı oluyor. Bu yolu yürüyerek çıkmaya çalışırsanız -her ne kadar kaldırımlar düzgün olsa da- ciddi bir trekking idmanı yapmış olursunuz. Gerçekten de çok zor bir parkurdu. Neyse ki vardığınızda bunun acısını çıkartabiliyorsunuz. Arabası olanlar için yorum yapamayacağım.




Bellapais’e varınca giriş ücretini (3 liraydı galiba) veriyorsunuz ve başlıyorsunuz bu küçük yeri dolaşmaya. Peki burası küçükse ve siz bu kadar yolu teptiyseniz burasının ne özelliği olmalı?
Eşsiz deniz ve dağ manzarası, her sene yapılan klasik müzik festivali yapılan salonu olması,serin olması. Deniz manzarası derken adanın kuzey sahilini mümkün olduğunca görebilmekten söz ediyorum. Hemen belirteyim, bu manzarayı görmek için Bellapais’e girmeye gerek yok. Yan taraftaki araç park yerine gidip, oradaki banklara oturup, manzarayı seyredebilirsiniz ama güneş çarpabilir dikkat.
Girişte sizi sağ tarafta çok güzel bir avlu karşılıyor. Sol tarafta ise temiz ve kaliteli restoran bulunuyor. Bellapais’e girmeden önce de bu tür restoranlardan bulunuyor. Hani şimdilerde İzmir- Alaçatı’da butik restoranlar var ya… Ben konser salonuna girince rahat bir oh çekmiştim! Burası çok serin ve karanlık bir yer. Her anlamda serin. Yüksek tavan ve oymalı duvarlar, kuşların salonun tepesinde uçuşup cilveleşmelerine olanak sağlıyor; ben bizzat gördüm. Bu pencerelerin önünde bulunan betona çıkıp oturmanın keyfine diyecek yok!!! Hem serinliyorsunuz, hem bağdaş kurup oturuyorsunuz hem de enfes deniz manzarasını ufuktan izliyorsunuz! Yok böyle bir şey!







Konserler doğal olarak akşam saatinde yapıldığı için ve Mağusa’ya en son araba saat 19:00 da olduğu için ben maalesef hiçbir konsere (piyano resitali de diyebiliriz) katılamadım. Neyse, devam… Bu salondan çıktıktan sonra avlunun etrafında dolaşıp kiliseye bakıyorsunuz. İşte avlu:



Kilise, manastırın en eski bölümünü oluşturuyor. Buradan da çıkınca üst kata veya alt kata geçiyorsunuz. Avlunun etrafı gölge. Alt katta pek matah bir şey yok; yok derken serinlik hissi ve deniz manzara bazlı yerler var. Bu zaten konser salonunda da vardı. Alt katta çeşitli sanatçılar resim yapıyorlar. Benim gördüğümde tek kişi vardı ama diğer tablolara ve yanındaki bilgilere baktığınızda birden fazla sanatçının burada çalışma yaptığını anlıyorsunuz. Ben en çok Kate Fensom’un çalışmalarını beğendim. Hiç bu kadar geniş hayal gücüne sahip bir ressamın eserlerini görmemiştim. Geceyle gündüzü, yer altıyla yer üstünü karıştırmak gibi bir üslubu var. Şu anda adresini bilmiyorum ama Google’dan Kate Fensom diye ararsanız çıkar. Kartını almıştım ama şimdi eşyalarımı yavaş yavaş topladığım için Türkiye’ye götürdüm. Kart derken kart postal. Eserlerini satın almak isteyip de alamayanlar için düşünülmüş bir nevi kartpostal şeklinde tablo. Arkasında da niçin Kıbrıs’a geldiği, ailesi ve iletişim bilgileri yer alıyor. Bu bile yaratıcı bence. Resimde görülen kapıdan çıkıp sol tarafa baktığımızda da yine aynı manzaraya hakim oluyoruz. Burası alt katın bittiği yer.



Üst katın da pek bir esprisi yok. Seyir terası diyebiliriz bu kat için. Deniz manzarasının yanı sıra burası dağ manzarasını izlemek için birebir. Sanki helikopterle dağları geziyormuşsunuz gibi bir etki yaratıyor. Bu kattan denize doğru bakarsanız Girne Kalesi’ni bile görebilirsiniz! Efendim buyurun size sıra sıra uzanan dağlardan, şapkalı turistlerden ve Bellapais’in üst katından bir kesit.



Bellapais’in çıkışında hediyelik eşya satan yerler de var ancak çoğu ya uzak doğu malı ya da Türkiye’den de alınabilecek şeyler. Çok pahalı değildi şaşırdım doğrusu.
Neyse… Ben dönüşü de inerek, deniz manzarasını gün batımı eşliğinde tamamladım ve Lemar’a vardım. Buradaki ulaşım imkanı kısıtlı olduğu için Mağusa’ya dönüş için önceden yer ayırtmak gerekiyor. Benim arabamın saatine daha vardı, Lemar’ın yanında Çin lokantası da vardı ve ben ne zamandır suşi (Word programının Türkçe versiyonu suşi kelimesini tanımıyor; altı kırmızılı gösteriyor ne komik) yememiştim. Yol parasından yaptığım tasarrufu suşi için saklamış oldum ve bir güzel Californian Roll yedim. Suşiye bayılıyorum, tavsiye ederim. Çiğ köfteden daha sağlıklı olduğuna inanıyorum.
Diyelim ki siz Girne şehir merkezindesiniz ve taksiyle Bellapais’e gitmek istiyorsunuz; gidiş ve dönüş için 20şer lira vermeniz gerekir diye biliyorum ama pazarlık payını taksicinin yufka yüreğini bilemem tabii ki.


12 Temmuz 2009 Pazar

Ercan Havaalanı

Geçenlerde babamı karşılamaya gitmiştim. Bir moderen bir moderen vallahi zor algıladım yapıyı.
Ercan havaalanı yılın en çok şubat, haziran, ve eylül aylarında yoğundur çünkü öğrenciler bu zamanlarda evlerine gidip gelirler. E, o halde bu zamanlarda yarı zamanlı çalışan personel sayısını arttırmaları gerekmez mi? Giden yolcu için tek ana kapı var, giriyorsun iki giriş var fakat personel olmadığı için sadece biri kullanılıyor. Tabii kuyruk da binanın dışına taşıyor.
Bavul teslim ve pasaport işleminden sonraki bekleme salonu bölmelere ayrılmamış. 3-4 tane kapı var, anons yapılıyor ve görevlinin kontrolünden sonra hava durumu ne olursa olsun direkt uçağa değil de aprona çıkıyorsunuz. Apronda bir müddet yürüdükten sonra uçağa biniyorsunuz. Yani körük yok. Bu havaalanının sevdiğim özelliği ise bavul taşıma arabalarının ücretsiz olması. Zaten her bilet alışımızda spesifik havaalanı vergisi veriyoruz, bir de neden arabalara para verelim ki?
Otopark eskiden ücretsizdi. Arabalı öğrenciler yaz başında arabalarını ücretsiz ve denetimsiz otoparka araçlarını bırakırdı. Dönüşte de bıraktıkları yerden alıp giderlerdi. Şimdi ise bu üstü açık otoparka ücretli sistem getirildi ve giriş-çıkış rotaları yapıldı. Yerli halk için biraz komplike olduğunu düşünüyorum. Fişi atmamak, çıkışta ücreti ödemek, okları takip etmek vs. biraz zaman alacak.
Gelen yolcuların bavullarını aldığı konveyörlerin üst katı camekan. Sizi kim almaya gelmiş görüyorsunuz, el sallaşıp öpücük gönderiyorsunuz. Sonra alt kata inip sarılıp kucaklaşıyorsunuz.

16 Haziran 2009 Salı

13'üncü Uluslararası Mağusa Kültür ve Sanat Festivali

Yazılara ara verdiğimin farkındayım fakat mezuniyet projesi ve finalleri dikkate alırsak bu yazıyı (haberi) yazmak bile zor geldi.

Bugün 13.Uluslararası Mağusa Kültür ve Sanat ( İkisi ayrılmaz nedense...) Festivali başlıyor.

Başlamak ki ne başlamak: Loreena Mc Kennitt konseri (30 ytl), Salamis Antik Tiyatroda dinleyicisiyle buluşacak.

Tüm etkinlikler saat 21:00 da, Salamis Antik Tiyatro'da başlar.


18 haziran: Figaronun Düğünü / Tiyatro Kedi (10 tl)

22 haziran: Zuhal Olcay (20 tl)

23 haziran: Jazzing Flamenco/ Flamenko (20 tl)

25 haziran: Mor ve Ötesi (20 tl)

30 haziran: Gypsy Devils Sarközi (10 tl)

3 temmuz: Teoman (20 tl)

Kombine bilet: 80 tl

Bilet satış: Mağusa Belediyesi 366 09 54

Girne Belediyesi 815 21 18 (147-149)

Lefkoşa Deniz Plaza 228 83 20

Daha çok bilgi almak için tıkla: www.magusa.org/fest adresini tıklayın çünkü değişiklik olabilir.



Siteye girdiğiniz zaman 13'inci Uluslara..... diye başlık var. Geçen sene 12ydi ya, sadece sayıyı değiştirmişler.



Afişi beğendim.

2 Haziran 2009 Salı

Mağusa

Hava durumundaki yanlış anlaşılmalar bu cumartesi gününü yağmurlu olarak gösterdi fakat yağmuru geçtim, tek bir damladan bile eser yoktu. Bunun yanında geç kalktım, kahvaltı sefası derken öğle vaktini de geçirdim ve gidecek yerler kısıtlı hale gelmeye başladı. Lefkoşa arabası gelmez olunca başladım yürüyüşe. Derken Mağusa’daki Suriçi’ni gezmeye başladığımı fark ettim. Aslında uzun bir parkur oldu fakat sadece Suriçi ve çevresini göstermeye değer buldum.
Alakasız bir not fakat şu anda Dolapdere Big Bang- Billie Jean şarkısını dinliyorum. Ne zaman bu grubun şarkılarını dinlesem aklıma İstanbul gelir. Evet, böyle kel alaka nottan sonra yazımıza devam ediyoruz.



Ve karşınızda Polat Paşa Bulvarı… Ama bu sefer Mağusa Surları’nın tepesinden çekilmiş bir fotoğraf ile… Yolun sonunda gördüğünüz beyaz bina Mağusa Belediyesi binası. Trafiğin ters yönden aktığını fark ettiniz mi?
Farkında mısınız bilmem fotoğraflar yavaş yavaş benzer konulardan oluşmaya başladı: “Eveet, burası daaa… hani şey vardı ya, işte onun şurdan çekilmiş hali…” gibi cümleleri bu yazıda sık belirteceğim. Bu yazıları yazmak ne kadar zor anlayın; İstanbul değil ki “Bu hafta da şu semtteydik” başlıklarını yazalım.


Buradaki minik köprü, Suriçi’nin üç giriş kapısından en sevimli olanı. Tek şeritli fakat yayalar daha çok kullanıyor. Diğer iki giriş köprü değil de meğilli yollarla sağlanıyor.
Suriçi’ne girdik, peki nasıl bir yer? Tarihi yapısı genelde bozulmamış, bazılarının çerçeveleri dokuyu bozacak şekilde yenilenmiş evlerin dar sokaklar ile bölündüğü, yer yer cafe-bar-bistroların olduğu mekanların, bakımsız palmiye ağaçlarının ve kalıntının da kalıntısının kalmış olduğu çeşitli kilise vb. yerlerin görülebileceği Mağusa’nın en güzel yeri.


Çok eski bir bakkal, hatta bakkaliye… Sahibi uzun yıllar önce vefat etmiş. Dünya malı en nihayet; dünyada kalıyor bazı şeyler. Acaba nasıl bir bakkaldı? Ahşap-toz karışımı bir koku burada da var mıydı? Gazozlar camı buğulanmış eski buzdolabından alındıktan sonra umumi açacakla mı açılırdı? Koyu renkli ve desenli perde ile bölünmüş kısımlar var mıydı? Gözlüğü var mıydı? Bir de doktorların gözleri bozulur deriz… Sanırım iyi bir günümde değilim.


Karşıda görülen yüksek yapılar, vinç, kilise, ve irili ufaklı oldukça modern çizgilere ait apartmanlar 1974 yılına kadar yaşam alanı içerisindeydi. Barış Harekatından sonra bu bölge girilmesi yasak olarak öngörüldü ve öyle de devam ediyor. Bu bölgeye Türk askerlerinin haricinde kimsenin girmesi yasak. Hatta bu binaların yakından fotoğrafını çekmek bile yasak; sebebini tahmin ediyorsunuzdur.
Size iki adet panoramik fotoğraf:
İlki Suriçi’ni yüksekten, alabildiğine geniş açıyla görebileceğiniz bir fotoğraf.


Fotoğrafı üzerine tıklayıp büyütün. En solda, ufukta görünen bir camii var: Polat Paşa Camii. Buranın resmi ayrıntılı olarak arşivde var.
Resmin tam ortasında tek minareli tarihi yapı Lala Mustafa Paşa Camii. Bu da Mağusa’daki iki camiden biri.
Son panoramik fotoğraf ise üstteki panoramik fotoğrafın sağ tarafını oluşturuyor.


Sol tarafa bakarsanız surların ne denli yüksek olduğunu görürsünüz. Bu surların dibinde patika var. Bazı seneler amatör takımlar araba yarışı düzenliyor bu parkurda. Bu patika yolun sağ tarafında da surlar var fakat yüksekliği ana yoldan fazla belli olmuyor. Yani iki sıra sur var, ortalarından patika geçiyor. Patika yolun sağ tarafı genelde asfalt-kullanımda olan- yol oluyor.
Tavanı yarım çemberi andıran küçük binanın karşısından içeri girersek Suriçi’ne geliriz demiştim.
Sağ tarafta görülen anıt, Atatürk Anıtı diye geçiyor(muydu emin değilim). (Güneş açısı mı diyeyim yanlış zamanlama mı, güzel çıkmamış.) Bu Anıt Salamis yolunun bittiği yer. Bu Anıt’tan sol tarafa doğru ilerleyen uzun yol denize doğru uzanır ve bu yolda sabah veya akşam hiç fark etmez yürümenizi tavsiye ederim.
Hatta hep yürümenizi tavsiye ederim.

Yarın anneler günü; tüm anne ve anne adaylarının anneler gününü kutlarım.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Kıbrıs'ın denizi güzel mi?


11 Mayıs 2009 Pazartesi

Polat Paşa Bulvarı

Yerli halk tarafından avucun içi gibi bilinse de üniversite öğrencilerinin pek bilmediği Polat Paşa Bulvarı’ndan bahsedeceğim. Geçen haftalarda bizimkilerin gönderdiği kargoyu almak için geldiğim Polat Paşa Bulvarı’na bu kez fotoğraf makinemle geldim. Buranın özelliği eski binaların restore edilerek bütününün kamu sektörüne ait kurumlardan oluşmasıdır. Mağusa’nın, hatta Kıbrıs’ın en köklü liselerinden olan Namık Kemal Lisesi, Polat Paşa Bulvarında bulunmaktadır.
Nasıl gidilir? Salamis yolundan Anıt yönüne doğru ilerlersin, Anıt çemberine gelince sola dönersin sonra ilk aradan sağa saparsın. Şu aslanı görünce dönüver hemen.



Polat Paşa Bulvarı’nın sonunda askeri bölge (Maraş bölgesi) başlıyor, buraya girmek yasak.
Polat Paşa Bulvarı’nın sonunda Mağusa Belediyesi var. Mimarisi güzel değil mi?




Akıllı mimar güneş ışınlarının hangi açıdan nasıl etki edeceğini hesaplayarak bariyerleri yönlendirmiş. Bir çok mimar bu bariyerleri kestirmeden yatay olarak üst kısma uyguluyor.
Belediye binasının karşısında Hayvanat Bahçesi var. Gitmeye kesinlikle değmez fakat sırf fikir edineyim ve sizle paylaşayım diye içeri giriyorum. Giriş ücreti 50 kuruş ve bu işe bakan görevli falan yok. Ben yine de hayvanları düşünerek personel bulup ücreti veriyorum. İçeride aynı zamanda evcil hayvan ve ilgili malzemeler satan dükkan var. Bir de çocuklar eğlensin diye mini lunapark var. Ne alaka? İçeride kırmızı balıkların olduğu bir havuz, maymunlar, eşek, keçiler, papağan, su kaplumbağaları ve kobay fareleri var.
Hayvanların yarısından çoğu günlük hayatta para ile satılanlardan. Eşek zaten yol kenarlarında ve ortalarında var.



Merhume Victoria Hanım’ın toprağı bol olsun, adına yapılmış ve içi yosun tutmuş havuzda irili ufaklı kırmızı balıklar yüzüyor.

Şu ilanın komikliğine dikkat çekmenizi isterim: “ Dünya tatlısı !! Kobayımız doğurdu! 20 lira”



Bu kobaylar çiftleşmeden başka ne yapabilirler ki? Aynı kafesin içinde tüm gün yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, doya doya uyuyorlar, iş-okul yok. Düşünecek bir şey yok. Geriye sadece fizyolojik ihtiyaçlar kalıyor ve bunlardan biri de çiftleşmek oluyor. Biriken enerji bir şekilde harcanmalı ya o bakımdan. Doğurmak da ne kelime; adeta seri üretim. Anne ve babanın her türlü renk ve motif kombinasyonunu görebileceğiniz canlılara 20 lira verir misiniz? Bir de bazı insanlar bunları çok sevdiklerinden dolayı kazağının altına, koynuna vs. sokuyorlar. Bu ne aşktır böyle? Pişirip yemesinler de…

Hayvanat Bahçesinden çıktık, yan taraftaki çocuk parkına girdik. Bu bölge tamamen oksijen deposu. Bir sürü çam ağacı mayıs ayının tatlı sıcağını serinleterek ılıklaştırıyor. Hamak olsa uyurdum yani.
Parkta nostaljik oyuncaklar var; hepsini önceden görmüştüm, bir şu hariç: Manuel dönen salıncak.


Parktan çıktık, Polat Paşa Bulvarı’nın girişine doğru ilerliyoruz.


Bu harabe bina hakkında herhangi bir yazılı bilgi bulamadım. Yanındaki sarı ve siyah renklerdeki bina ise Postahane.


Kıbrıs’a ithal edilen ilk tren lokomotifi. 1904-1951 yılları arasında Devlet demir yolları inşası ve işletiminde kullanılmış. Kıbrıs’a ithal edilen değil de Kıbrıs’ta üretilen ilk tren lokomotifi yazısını görmeyi yeğlerdim. Sağ arka taraftaki bina da tarihi. Dedim ya bu bulvar hep kamu sektörüne hizmet veren tarihi binalardan oluşuyor diye…
Polat Paşa Bulvarı’nı gezdiniz.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Girne kalesi'nde kalmistik...

Girne kalesinde kalmıştık. Yazları serin, kışları buz gibi olan bu kaleyi tarihle ilgilenmeseniz bile sırf şu üstte gördüğünüz manzarayı görmek için bile gitmenizi önerebilirim. Öğrenci ücreti 3 lira civarında olması lazım. Yaz çalışma mesaisi başladığı için bu zamandan sonra işlerimizi daha kısa sürede halletmemiz gerektiğini hatırlatırım; turistik yerlerdeki çalışma saatlerini de buna göre dikkate alın.
Kale harbiden çok serin bir yer. Kıbrıs’ın kavurucu sıcaklarında çekilebilir bir yer olduğunu düşünüyorum. Sıcaklar buraya hala gelmedi. Hava sıcak, tam terliyorsun derken üzerine yağmur bulutu geliyor ve sana serinlik verip gidiyor. Kıbrıs’taki hava durumu İzmir’dekine çok benziyor. Geçen günlerde soğuyan hava, etkisini burada da gösterdi. Neyse ki bugün nisan ayının son günü. Mayıs ayı da geldi, benim adada bekleme sürem azaldı: Ya eylül ya şubat.


İlk fotoğrafta gördüğünüz yer kalenin iç kısmı. Etrafındaki duvarlarda daldan dala konan maymun gibi sekerek ilerliyorsunuz, Girne’yi farklı açılardan izleme şansını elde ediyorsunuz. Matah bir manzara yok… Harbiden… Şehrin üzerinde görkemli dağları izleyebilirsiniz. Bayrakların olduğu yere giderseniz sizi panoramik marina manzarası karşılıyor. En üstteki panoramik resmi de burada çekmiştim. Burada oturun, sevdiklerinizle telefon görüşmesi yapın, fotoğraflar çekin.

Kalenin duvarlarını gezdikten sonra merdivenlerden aşağı inip iç kısımlarda yer alan kapalı mekanları görebilirsiniz. Fi tarihinde batmış geminin kalıntısı hemen hemen bütün haliyle camekanda sergileniyor. O zamandan kalma incir çekirdeklerini bile sergiliyorlar. Saçma geldi bana… Yedikleri içtikleri, toprakları bol olsun da bana ne yedikleri incirlerden, öyle değil mi ama?


Bu da kalenin planı. Tarih severleri düşünerekten hangi yıllarda hangi toplumlar yaşamış gösteriyor. Açık mavi renkle gösterilen kısım denizi –harita eski olduğu için ilk görüşte pek fark edilmiyor- vurguluyor. Manzara açısından görülmesi kısımları şöyle göstereyim: Sağ üst yuvarlaktan denizi görecek şekilde sol alttaki çembere doğru –yani marina manzarasına doğru- ilerleyin. İlerlerken önceki yazıda bahsettiğim şaheseri üstten görebiliyorsunuz.

Gelelim iç kısımlara: Tek tek hepsinin fotoğrafını çekmemi beklemeyin bana da yazık :D
İç kısım 2 komik bölümden oluşuyor: Halt yemiş kadın ile zılgıt yiyen erkek.
Halt yiyen – yasak ilişkiye giren- kadın şekilde görülen kuyuya atılıyor. Ne zaman? Karın şişmeye başladığı zaman. Bazı şeyler bugüne kadar hiç değişmeden gelmeyi başarmış. Tabi kuyuların yerini başka şeyler aldı o ayrı. Kadının hatları hat safhada demek istiyorum! Ne büyük bir zanaattır, ayrıntıcılıktır böyle! Her bir yerini çizmiş çizmesine de bizimkiler bacımızı çuval parçasıyla namahrem yerini örtmüşler daha namahrem bir tablo oluşturmuşlar haberleri yok. “Aşk nerdeysen çık dışarııı!”
Haltı yiyen arkadaşı da başka bir kuyuda, fakat daha iyi bir durumda. Bunu fotoğraflamaya gerek duymadım.


Zılgıt yiyen vatandaşın suçu her neyse böyle iğrenç bir şekilde öldürülüyor mu işkence mi yapılıyor anlamadım. Burada da zanaat ve ayrıntıcılık söz konusu. Adamın kolları ve bacakları çok ayrıntılı bir şekilde çalışılmış ama eniştemizi bezle örtmemişler. “Yiğidin malı meydanda olur” durumu da mı eskilere dayanıyor?


2.bölümdeyiz. Burada  farklı dönemlerde yaşayan insanların kıyafetleri ön planda.



Soldaki İngiliz askeri bu kılıkla nasıl savaşabilir ki? Ha dilekçe yazdır, fotokopi çektir, sunum yaptır ne biliyim.
Sağdaki 17. Y.Y. Osmanlı askeri. “Heüüüüüt” der gibi bir hali var. Tarih bilgim zayıftır ama Osmanlı askerinin denizcilikte iddialı olduğunu hatırlamıyorum. Gerçi adaya nasıl geldiler?…

Soldaki Venedik ile sağdaki Lüzinyan askerleri deriden bir türlü  vazgeçemiyorlar. O zamanlar pahalı mıydı ki? Tasarımın ön planda olduğu kıyafetler daha çok panayır kıyafeti havasını taşıyor. Lüzinyan askerinin kalkanına bakar mısınız? Minder deseni gibi….



Aslan yürekli Richard askeriyle tanışmaktasınız. Daha önce görmüş müydünüz? Kazaklar o biçim, bandana desen ayrı bir hava.


Ve son olarak Bizans askeri.  Tuvaletini yaparken dikkat etmeli.....

Abartıyorum tabii ki. Tek dikkatimi çeken şey önemsiz gibi görünen ayrıntılardı. Bu ayrıntıların birikerek günümüze kadar gelip bazı toplumlarda yerleşmiş, bazı toplumlarda hiç oluşamamasıydı. Bilmem anlatabildim mi?

Son fotoğraf ise deniz manzaralı. Serin serin deniz manzarasını bu ince ve uzun boşluklardan izlemek başka bir keyif. Vaktinde bu boşluklar güvenlikte ve gerektiğinde ok gibi silahlı savunmalarda kullanılırmış.
Bu ince ve uzun boşluklar kalenin dışından nasıl görünüyor diye merak ediyorsanız -bir sonraki yazı demiycem- önceki yazıda gemi-şaheser- resmini tıklayıp şaheserin arkasında kalan kale duvarlarının üst kısımlarını dikkatle incelemeniz gerekiyor.
6 mayıs 00:15, yazı ancak bitti.

26 Nisan 2009 Pazar

Ver elini Girne !

Girne’den bahsediyorum. Ne özelliği olduğunu hala anlayamadığım Kıbrıs’ın en güzel ve en turistik yeri olarak adlandırılan bu şehri bir türlü sevemedim gitti.
Mağusa’dan nasıl gidilir? Kombos ile gidilir. Telefonla rezervasyon yaptırdıktan sonra 10 lira vererek yaklaşık bir buçuk saatte Girne’ye ulaşırsınız. Arabalar konforludur ve yolcuya değer verirler. Lefkoşa-Mağusa dolmuşlarındaki sıra dışı biletleme sistemi de yok.
Girne’ye geldik peki ne yapacağız? Önce tüylerimize hakim olacağız. Zira herhangi bir esnaf tarafından yolunabiliriz. Burası başka bir cumhuriyet; ne Lefkoşa’ya benziyor ne de Mağusa’ya. Simit Dünyası ( Türkiye’deki Simit Sarayı) her yerde aynı fiyat politikasını güden bir kuruluş olması gerekirken, Mağusa’daki şubesi ile Girne şubesinde farklı fiyatlar söz konusu. Sebebini sorduğumda ise canım ülkemin kırsal kesiminden gelen kardeşimiz altın dişeri ile: “ Eee burası Girne, olacak o kadar hı hı :D” cevabını veriyor.
Başka yere gitsek de fiyatlar kesinlikle öğrenci kesimine hitap etmiyor; pahalı olduğu için değil, ederi fiyatına satılmadığı için. Evde sandviç hazırlayanlar el kaldırsın!
Mekanlarda domuz etli ürünler sunan yerleri de görürseniz şaşırmayın çünkü burası harbiden turistik. Hatta Türkiye’yi hiç bilmeyip, gitmeyip; Türkiye aktarmalı uçakla Kıbrıs’a gelen turistler bile var. Bence en güzeli tok karnına gitmek, ve sadece bir şeyler içmek. Kalan parayı da Girne kalesine ( Eveet, bildiniz) ve/veya Bellapais’e ( O kadar da uzun boylu değil) gitmek için değerlendirebilirsiniz. Tarihi yerlerde öğrenci indirimi yaptırmayı unutmayın.
Girne’de nerelere gitmeli? Girne Marina, Girne Kalesi, Bellapais, St. Hillaron Kalesi.
Ben Marina ve Girne Kalesi’ni tercih ettim. Bellapais ve diğeri, tabanvaya ciddi rakip olan taksimetreye mecbur ediyor. Ya zengin bir sevgili bulacaksınız, ya taksiyi dolduracaksınız ya da tabana kuvvet deyip yürüyeceksiniz.
Dalgakıranda yürüyerek Girne Kalesinin görkemli duvarlarını seyretmenizi, marinayı gün batımında gezmenizi, burada bir de kahve veya bira içmenizi ve mutlaka Girne Kalesini (marinanın bittiği yer, kaldı ki Girne zaten küçücük bir yer; vakit sıkıntısı yaşatmaz) görmenizi ısrarla öneririm. Girne bitti :D
Meraklısına bir tavsiyem daha var; marinanın arka kısmında dar sokaklar ve bitişik eski evleri görmenizi öneririm. Bu evlerden bazıları home cafe-bar-bistro olarak işletiliyor. Çalışma saatleri de kapının önünde yazıyor. Genelde 22:00 den sabaha (kendini kaybedene) kadar açık oluyor.

Bakalım siz Girne’yi beğenecek misiniz? Fotoğraflı anlatım kısmı:




İşte bahsettiğim marinadaki eğlence yerleri. Restoran, cafe, bar… Ne ararsan var. Bu yolun sonunda çok dik bir merdiven karşınıza çıkıyor, karşınıza çıkan bu merdiveni çıktığınız zaman (cümleye bak, çay demle) Girne Kalesi’ne ait gişeye ulaşıyorsunuz; bir çeşit kestirme yol.
Yok, ben bu karşıma çıkan merdivenden çıkmayacağım deyip düzlükte ilerlemeye devam ederseniz bu şaheseri yakından görme imkanını elde etmiş olacaksınız. Yanlış anlaşılmasın, fotoğrafı dalgakırandan çektim. Siz merdiveni es geçince bu şaheserin yanındaki yoldan ilerlemiş olacaksınız. Bu şaheser, bir zamanlar satılıktı. Bilirsiniz, bazıları alıcı olmasa da meraktan telefon açıp sorar kaç para diye, sonra fiyatı öğrenince yorumu telefonu kapatınca yapar. Ben kendimi bildim bileli bu şaheser burada durur ve sahibi hakkını bir türlü veremez.




Ara sokaklardan bir kesit: Horse shoe Bar. Bu sokaklardaki işletmelerin çoğu direkt veya dolaylı yoldan İngilizlere ait. Bu saatte kapalı, açılış saati 20:00 mış. Kapanış saati “sabaha kadar” olarak belirtilmiş.








Burası ise Merdivenli Yol Sokak. İsim bulamamışlar herhalde. En tepede görülen bankta oturarak denizi seyretmenizi öneririm. Resimi çektiğim yerin arkası binaların arasından denizi görüyor.

Ve karşınızda soldan sağa: Marina, dalgakıran. Fotoğrafın ayrıntılısını görmek için üzerini tıklamanız yeterli.



Peki bu fotoğrafı nereden çektim? Girne Kalesi’nden çektim…. Artık ne demek istediğimi anladınız :D

*BÖ2009 sonuçlandı. Yaklaşık 3000 oydan 10 tanesi hellim severlere ait. Ne sondan birinci olabildim (bu da beceridir) ne de baştan. Kazanan blog sahibine şimdiden tebrikler. :)

10 Nisan 2009 Cuma

Büyük Han

Büyük Han. Suriçi’nin merkezindeki en büyük tarihi yapı. Vaktinde Lefkoşa’nın en büyük misafirhanesiymiş.
Büyük Han şekilde görüldüğü üzere kare şeklinde, iki katlı, odaları avlunun merkezinde bulunan mescite bakar ve son derece turistiktir fakat insanlara yolunacak kaz muamelesi yapmazlar. İşte böyle de enteresan bir yer.



Peki bu odalarda ne var? Hepsi sanat atölyesi! İçeride sanatçılar kendi branşlarına ait çalışmalarını bu odalarda sergilerken bir yandan da yeni çalışmalar yapıyorlar, dolayısıyla nasıl yapıldığını görüyorsun. Hatta bu sanatçılarla sohbet etmek bile mümkün :s Eee öğrenci olduğumuz anlaşılınca onlar da sorular soruyor ne var, ne yok, nerelisin filan diye… İzmir’den geldiğimi söyleyince herkes Kıbrıs’ın havasını ve insanını İzmir’e benzetiyor (yani çok beğeniyor). İzmir’i özledim… :)



Çocukluğumda Karagöz-Hacivat gölge oyununu hiç izlediğimi hatırlamıyorum. Geçen kasım ayında buraya tekrar geldiğimde bir grup Fransız turistin de gelmesiyle bize promosyon bir gösteri yaptı ve bir güzel izledik. Bu geldiğimde ise kapalıydı. Her cumartesi 11:00 de canlı gösteri var, illa izlemek isterim diyorsan rezervasyon da yapabilir(miş)sin.



Başka bir odada ise ipek kozasından değişik tablolar yapılıyor. Bu görmüş olduğunuz kozaları ipek böcekleri olgunlaşana kadar kullanıyor sonra hayata atılıyor. Tombiye benzeteniniz var mı? Fotoğraf çekmek için izin aldıktan hemen sonra orada çalışan bayan torbadan çıkardı beş-on tane, sağolsun yardımcı oldu da ben en güzel görünen bu olduğu için yalnız olan halini yayınlamayı tercih ettim.



Bu da idol. Bereketi ve doğurganlığı temsil ediyor. Haç işaretinin Hz. İsa ile bağdaştırılmamasının altını çiziyor bu atolyede çalışan şahıs. Görmüş olduğunuz idollerin tanesi 20 lira civarı.



Evet bildiniz… Bu bir yağdanlık. İçindeki bu küçük insan figürünün memişleriyle ne alıp veremediği var bilemiyorum. Mum fitili mi örtbas ediliyor anlamadım ki… :D & :S



Eşek, Karpaz bölgesinin (Kıbrıs’ın en sivri bölgesi) simgelerinden biridir. Fotoğrafta görmüş olduğunuz eşeklerin yönünü ben ayarladım. Kafa kafaya verip, iyice düşünsünler diye.



Bunu yapana helal olsun! Bu ağacın dalını nasıl oydun da insan modeli oluşturdun anlamadım. Uzuvları pek bir asimetrik olduğu için yüzünü aldım sadece. Minyon hatları var.



Bu da 21 Mart tarihindeki gezimizdendi, peki bunca zamandır başka neler yaptım? Girne’ye gittim. Bir sonraki yazı Girne ile ilgili.

5 Nisan 2009 Pazar

En eski Lefkoşa

Alın size Lefkoşa-Suriçi…
Suriçi yani Kaleiçi, Türkiye’deki gibi çık dağın başına (güvenlik maksatlı yüksek yerlere yapılmışlar ya) , gez, in ve gel türünden değil. Mağusa ve Lefkoşa’daki kale içi diye tabir edilen yerler şehrin eski yerleşim yerleri gibi, tarihi çarşılar gibi… Örneğin İzmir’deki Kemeraltı gibi…

Girne kapısından girince Girne Caddesine de girmiş oluyoruz. Bu cadde suriçinin merkezine en kısa sürede ulaştıran cadde. Tek yönlü, sağda-solda telefon tamircisi, fotoğrafçı vb. türde işyerleri var. Bu kısmı müzik dinleyerek yürümek daha mantıklı olacaktır. Hedef Venedik Sütununa ulaşmak; burada Girne caddesi bitmiş olacak.
Girne Caddesindeki en matah dükkan şüphesiz Rüstem Kitapevidir. Bu kitapevi Kıbrıs’ın en köklü kitapevleri arasındaymış, hatta en köklüsüymüş. 1974 Barış Harekatından önce, bugün Rum tarafında kalan yerlerde bile şubeleri varmış. Tabi bugün o şubeler ne durumda bilinmiyor. Kitapevinde çok eski kitapları bulmak mümkün. İngilizce kitapların epey ağırlıkta olduğu yerde, yok denmesin diye popüler dergi-gazete de bulunduruluyor. Bu yoldan ne zaman geçsem kesin uğrarım. İzmir-Konak Pier AVM deki Remzi Kitapevi gibi… :)








Kitapevinden çıktık ilerliyoruz ve caddenin sonunda bizi bu manzara karşılıyor. ( Öyle bi yazdım ki sanki Brooklyn köprüsüne geldik :D)


Venedik sütünunu beğendiniz mi? :D Arkasında kalan Saray Otelin şöyle bir özelliği var: Resepsiyonda 5 lira ödeyerek çay fişi (önceki yazıdan hatırlayın) alıyorsunuz ve otelin asansörünü kullanarak en üst kata, bir nevi roof bara çıkıyorsunuz. Camekan bir yer, maksat Rum tarafını görebilmek. Sonbaharda çıkıp bakmıştım ama matah bir manzara yok sevgili dostlar. Bildiğiniz apartman yığını var, o da uzaktan görülüyor. Elinizdeki çay fişi ile de ücretsiz bir yerli içki içebiliyorsunuz. (Sahi bu yerli içki durumu nedir? Rakı ithal veya yersiz bir içki midir?)




Venedik Sütununa geldiğiniz zaman Büyük Han’a, Selimiye ve Arapahmet Camiilerine yaklaşmış oluyorsunuz. Size Suriçinde görülmesi gereken ilk üç yeri sıralamış oldum.
Peki biz ne yapıyoruz? İlk kez gezdiğimiz için Suriçi’ni mavi şerit yardımıyla gezmiş olacağız yani yarım çembere benzeyen bir rotamız olacak.
İşte bir diğer Suriçi haritası. En üstte belirtilen Kyrenia (Girne) Kapısından başlayıp Paphos kapısına ilerleyeceğiz, oradan Famagusta ( Mağusa) Kapısı ve yine Girne Kapısına geleceğiz. Mavi çizgi bizi nereye götürürse…












Yolumuza ilk çıkan önemli iki yapı: Merkezi Lefkoşa Postahanesi ve Mahkemeler Binası. Her iki bina da orijinalliğini korumuş.






Fotoğrafı çektiğim yerin haritadaki gösterimi ise şöyle: kırmızı nokta karşılıklı mahkemeler-postahane binalarının olduğu yer, 65 numaralı yer büyük han, üstteki turuncu çizgili rota bizim gezeceğimiz yer, alttaki turuncu çizgili rota is Rum tarafının yani bizim geçemeyeceğimiz yerin gezilecek yeri.




İlerledik ve geldik Zahra Sokağa… Burası görülmesi gereken bir diğer yer. Sıra sıra eski evler var fakat bazıları Osmanlı evleri, bazıları ise Rum evleri ve bu evler yan yana duruyorlar.



Bu sokağın sonunda ismini bilmediğim park gibi bir şey var. Bakımsız, tenha, tek özelliği teller arasından Rum tarafını görebiliyor olmak. İşte Rum tarafından bir kare… Savaşı protesto etmek adına top atan çocuk heykelini görmektesiniz.




Ara sıra mavi hattın yakınına gitmeniz gerekebiliyor, bunu da yandaki resimde görülen işaretle anlıyoruz: Git ama geri gel demek oluyor.









En sevdiğim bölümler arasında olan ara sokaklarda dolaşma bölümüne geldik. Tipik Akdeniz kültürü işte… Evler birbirine çok yakın ve genelde beyaz. Ara sıra Osmanlı evlerini cumbaları sayesinde görebiliyoruz.



Ne alaka diyebileceğiniz iki fotoğraf. Ama birinin açıklaması var: Buradaki model elinde fotoğraf makineli insanlar tarafından ilgilenilmiş olmalı ki gayet samimi bir şekilde fotoğrafını çekmemi istedi, ben de poz vermesini istedim ve yer gösterdim. Fotoğrafı istemedi bile. Gerçi nasıl akıl edecek ki… Fotoğrafının internette olduğundan ise ömrü boyunca haberi olmayacak… Garip…















Alttaki heykel, buralarda çok emeği geçen Dr. Fazıl Küçük’e ait. İnternette kısa ölçekli bir araştırma yapmanızı öneririm.




Ve tekrar Girne kapısına geldik…

















Büyük Han’dan bahsetmedik? Sonraki yazıda bahsedelim diye…